16 Eylül 2006

Beyza'nın Kadınları ve Diğerleri

Uyarı: Aşağıda okuyacağınız tamamen subjektif bir yazıdır. Objektif bir yazı okumak istiyorsanız kendinizi bununla yormayın.

Sinema okyanusundan daha bir bardak kadar su içmiş bir insan olarak filmler ile ilgili görüşlerim bazı yakın çevre için değerlidir. Hatta bir dönem bazı web siteleri için film eleştirmenliği yapmıştım ama ne haddime. Ben sadece bugüne kadar seyrettiğim filmler ve öğrenebildiğim teknikler kadar eleştirebilirim. Zira bir izleyici olarak ortalama sinema seyricisinin üstünde bir yorum yapıyor olmam beni yeterli kılmaz.

Son yıllarda, Türk sineması 80’ler çöküşü ve 90’lar durgunluğundan sonra küllerinden canlanmaya başladı. Mustafa Altıoklar, Sinan Çetin, Ümit Ünal, Serdar Akar, Taylan Bros, Ferzan Özpetek (ki Özpetek daha ziyade bir İtalyan Sinemacısı olarak anılsa daha iyi olur ve yine bu sebepten Fatih Akın’dan hiç söz etmeyeceğim) ve daha bir çok yönetmen sinemaya ileri teknikler, daha iyi ışık, yeni yüzler, daha iyi film müziği gibi bir çok katkı sağladılar. Ve her eline kamera alan ya da yönetmen koltuğuna her oturan kişi biraz daha iyisini yapma çabasına girişti, çünkü artan rekabet ortamı bunu gerektiriyordu.

Ara not: Bu yazıda yönetmenlere yüklenmeyeceğim ama bahsi geçen kişiler çıtanın yükselmesinde epey rol oynadıkları için tüm eleştirim yönetmenler üzerineymiş gibi algılanabilir. Bunun nedeni ise yapımcı kimliğinin hala tam oturmamasındandır. (Erol Avcı’yı tenzih ederim, zira kendisi ümit veren bir yapımcıdır.)

Konudan uzaklaşmadan “Beyza’nın Kadınları”ndan başlayalım. Sinemada gösterime girip girmediğini bilemediğim bu filmi Digiturk vasıtasıyla izleme şansı buldum. Sürekli reklamı yapılan ve fragmanı enteresan olan (hiç bir şey yapamasak bile harika fragman yapıyoruz) filmi izlememem imkansızdı. Digiturk ile salondan film alma işkencesine katlanmamın bir sebebi bunun bir “Mustafa Altıoklar filmi” olduğundandı. Mustafa Altıoklar melankolik bir yönetmendir belki ama işini güzel yapar.

Film başladı ve güzel bir şekilde konuyu anladık ve ikinci dakikada katilin kim olduğunu görüp nasıl yakalanacağını anlamak ve hikayesinin ne olduğunu anlamak için filmi izledik. Hatta yakalanması için son 20 dakikaya katlandık. Peki bu görüntüsü, ışığı, müziği, oyuncuları iyi olan filmi neden sıkıcı bulduk? Kurgudan efendim. Showtime adlı özel bir sinema kanalı var %80 ağırlıkla B kategorisi Amerikan yapımlarını ve TV filmlerini gösterir. Beyza’nın Kadınları bu bahsettiiğim kategorilerden daha yukarıdadır. Hikaye kötü müdür? Değildir. Birkaç yıl önce Ümraniye’deki bacakları kesip çöpe atan seri katilden yola çıkılarak seri katilin iyi eğitimli bir kişi olabileceğini göz önüne alarak yazılmış bir hikayedir. Peki bu ne kadar yeterlidir. Tartışılır. Ağır Roman gibi bir filmi çekmiş yönetmenin hikayeyi filme aktarma yetisi ise tartışılmaz. Peki daha değişik kurgulansaydı sevecek miydik? Aslına bakarsanız onu da bilemiyorum. Buna benzer Robert DeNiro’nun oynadığı Hide and Seek diye bir film var. O filmi de sıkıcı bulduk. O zaman, öncelikle, lütfen yöentmenin milliyetini eleştirilerimizde ön plana koymayalım. Her yerde böyle filmler çekilebilir.

Sonra bazı yerlerde bütçe kısıtlığıyla ilgili bir takım şeyler okuyorum. Burada da hep bir şeyi atlıyoruz. Genel sinema eleştirmenleri sinema konusunda Amerika düşmanıdır. Adamlar ağızlarıyla kuş tutmayı bıraktı neredeyse kanatlanıp uçmaya başladılar dünya eleştirmenlerine ve özellikle bizim sinemaya gitmeye üşenen ve basın bültenlerinden eleştiri yazı yazan eleştirmenlerimize yaranamadılar. O yüzden bırakalım Amerika’yı bakalım Avrupa’ya. Bu film ve diğer çekilen Türk yapımları Avrupa sinemasına daha yakındır. Özellikle son yıllarda çekilen İtalyan filmleri ile epey benzer noktalar taşır ki herkesin bir numaralı ülkesi Fransa iken aslen sinema endüstrisinin merkezi İtalya’dır. Bu filmi o yüzden benzer bütçeli bir Avrupa filmi ile kıyaslayalım. Bunun daha iyi bir film olduğunu iddia ediyorum.

Peki ya diğerleri?

Diğerleri konusunda da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söyleyebilirim. Gen mesela, gayet güzel bir filmdi. Beğenilmedi. Okul... Bu ne be, dendi. Büyü ise tam bir fiyasko olarak görüldü. (benzer türlerden bahsetmemin sebebi bir kerede tüm Sinemanın gittiği yeri anlatamayacağımdandır).

Peki bunların başlıca ortak çekilmez özelliği neydi? Muhtemelen diyaloglar. Ve kurgu. Peki biz ne zaman en azından bir “Without a Trace” bölümü gibi kurgusu olan ya da harika kurgusu olan Türk filmleri izleyeceğiz derseniz, hala izlemediyseniz o da sizin ayıbınız derim. Koşarak bir film kulübüne gidin ya da bir tv ye istek mektubu yapın ve Adı Vasfiye’yi izleyin. Yok, ille yakın zaman olsun, derseniz, Anlat İstanbul’u izleyin.

Diyelim ki, ille bu filmleri amerikalı “counterpart”ları ile karşılaştıracaksınız ya da onlarınkine benzer olsun isteyeceksiniz. O zaman sinema endüstrisinde bir lobinin bu işleri yönetmesine gönlünüz razı gelmeli.

Neticede yazarlarımız daha çok okuyacak daha çok yazacak ve yazarların yazdıkları güçlendikçe kurgucular da işlerini daha iyi yapacak.

Peki bu da yeterli mi? Yetmez efendim. Yapımcılar gelişmeli ve yapımcı dediğimiz kişiler artmalı. (yapımcı deyince de aklınıza parayı veren kişi tanımı gelmesin. Luc Besson gelsin, Jerry Bruckheimer gelsin, Dino de Laurentiis gelsin.)

Benim ümidim var. Bir gün gelecek ve ben, yeni bir Türk fimi ile 1970’lerden bir Orhan Aksoy filmi arasında tercih yapmam gerektiğinde eskisini daha önce izlediğimi düşünerek yenisini tercih edeceğim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.