selam,
bu seyahatin iki türlü olayı var: birincisi, yıllar
sonra ilk defa tek başıma italya'ya, hatta floransa'ya gidiyor olmam; ama asıl
olay ve bu seyahatin sebebi olarak ikinci defa david gilmour konseri..
aylar önce bir şekilde aldığım bilet, konser tarihinin
vizemin bitiş tarihinden bir gün öncesine isabet etmesi falan, bunlar hep
konserin son parçası comfortably numb'da dave'in ardında açılacak olan boyut
kapısından yürüyüp gideceğimin bir habercisi, orası kesin; fakat ben olayı
biraz daha dramatize etmek istiyorum lan!
bir feysbuk statüsünde de belirttiğim üzere,
walkman'in uzaydan geldiğine inanılan bir devirden 29 yıl sonra uçakta ipad ile
yazıyorum bunları.. o günden bugüne sadece kasetten alac formatına geçilmekle
kalmamış, vücut gidişten 35 dönüşten 48 kilo sonrasına varmış, boyda önemli bir
değişiklik görülmemekte, işlevdeyse nahoş sıkıntılar mevcudiyetini
sürdürmekte.. 8 diş, 30 santim aort ve bir kalp kapakçığı eksik dönüyorum
floransa'ya.. yaprağı çevrilmemiş bir ssk karnesinden raporlu ilaçlara
geçilmiş, olası uzun soluklu yürüyüşler için katlanır baston da valize
iliştirilmiş vaziyette.. belki aslında tüm öncekileri önceki hayata gömüp buna
ilk sefer de diyebilirim zira ilk dave konserinin üzerinden de 9 buçuk yıl geçmiş..
ilk konserden binbeşyüz kişi fazla ve ikibin kişi eksik neticede elde kalan
kral devre elli altmış hakiki dost için yazıyorum bunları..
vallahi de şu an tüylerim diken diken oldu.. mfö'nün
uç oldum'u başladı ve ben 16 yaşımda roma'ya inmek üzere olan airbus'a
dönüverdim. uçakta müzik örtmenim elizabetta di stefano ve fantezi kraliçem
banu alkan da vardı tanıdıklardan.. sanki banu alkan'a bagaj beklerken merhaba
demem ve “aa ben sizi italyan sanmıştım” diyerek sırnaşması ve o sırada kiralık
araba işini halletmeye çalışan rahmetli dostuna çaktırmadan telefonunu bana
ezberletmesi dönüşte aramamı istemesi falan.. vallahi yalan değil bunlar, hepsi
oldu:)
tam varıyorum ki hedefe bir yenisi başlıyor, bu oyun
hep aynı, değişmiyor; hala feryat hala figan, hem de bile bile..
ilaç gibi geldi mfö - no problem kasedi, pardon,
albümü diyelim ama elle tutulur formatta olmadığı için ne diyebileceğimi tam
olarak da bilmiyorum aslında, olsun böyle de iyi..
bir evlilik ve bir boşanma fazla dönüyorum hem
floransa'ya, hem de gilmour'a, daha önce pırıl pırıldım halbuse, hey gidi
günler hey.. tüm bunları -her zaman olduğu gibi- neden yazdığımı tam olarak
bilmiyorum ama bazen böyle çiş gibi geliyor işte..
bu
seyahatte ferhan Şensoy ve gençlik yılları da bana eşlik ediyor bu sefer.. daha
önce gittiğimde de tanışıyorduk ama haşırneşirliğimiz bu seviyelere varmamıştı,
çok çok şahları da vuruyorlardı ya da ca cüppap cüppap cüpap caa
cüppaplaşıyorduk kendisiyle.. uçaktan inip diğer uçağa binip de tekrar inesiye
arada bir palet nutella bready gördüm ve bir avustralyalı dayı ile muhabbetimiz
oldu, zira banu alkan nicedir ortalarda yoktu ve olsa da 29 yıl önce bir türlü
ulaşamadığım kadına artık ne radde ulaşasım kalmıştı, kendime olan son saygımı
kaybetmemek için test edemediğim iyi oldu bunu..
uçak
sonrası binilen kısa otobüs yolculuğu ile gelinen şehir yıllar öncesinde
bıraktığım şehirle %95 aynı.. bir iki dükkan şekil değiştirmiş, o kadar..
oteli, duomo’yu, ponte vecchio’yu, palazzo pitti’yi, piazza signoria’yı
bıraktığım yerlerde buluyorum gece vakti.. bir hüzün çöküyor zira, ayaklarım o
ayaklarım değil, ağrıyor, hüzün yerini yorgunluğa, yorgunluk ağırlığa
bırakıyor, iki selfi sonrası farkediyorum 29 yıl öncesinden bu abidelerin
civarında pek bir fotoğrafım olmadığını; demek ki o vakitler böyle meraklı
değilmişim tarihe, daha sonra birden bire, büyük ihtimalle turizme girişmemle
gelişmiş oralarım.. varsın olmasın, artık var o pozlar! ve tabi bir de anında
oraya buraya yükleme derdimiz var artık! wifi ara, bulamazsan dolaşım
verilerinden ye, ama o fotoğraflar derhal yüklenecek! cep telefonlarımız
fotoğraf çekemezken, hatta ceplerimizde telefon yokken, ama iyi, ama dandik ama
alayı analog, yani filme çeken fotoğraf makinalarımızla deklanşöre basma
sıklığımızın bu kadar seri olmadığı, her bir kareyi çekmeden önce ışığı kadrajı
tutturabilmek için yırtındığımız zamanlarda çektik en güzel fotoğraflarımızı,
ve o seyahatlerin çok sonrasında tab ettirdik de belki aralarından ancak bazı
kareleri çok sınırlı bir kitleye gösterebildik.. o yüzden o günler hala değerli
zihnimizde, herşey az, herşey kısıtlı.. pahalı olduğu için değil, sadece
olmadığı için değerli herşey, hey gidi.. nerde çokluk orada bokluk diye boşuna
söylememiş atalar.
devrisi
gün uyanıp kahvaltı salonumsusunun penceresinden duomo’nun kubbesini görende,
aha diyorum bir üçkağıt yapayım da bu benim odamın manzarası olsun feysbuk
insanları öyle bilsin, nedense? kahvaltı salonumsusunda kahvaltımsımı yaptıktan
sonra öncelikle bileti bastırabileceğim yer aranıyorum. öyle ya, biletix’ten
bilet alınca gidip bir satış noktasından bastırıyoruz; maalesef italya belediye
otobüsü biletlerinde akbil ya da bizim istanbulkartvari bir sisteme geçememiş
ve yıllar öncesinde bıraktığım karton bilete zaman damgası vurdurma sistemini
henüz yenileyememekle kalmamış, adamların özel sektörü de benzeri acz içinde;
biletlerin ancak ve ancak konser mekanından teslim alınabileceği muştulanıyor
bir zamanların –bana göre- devasa müzik dükkanında.. onu görmezden evvel sadece
tınaztepe pasajının altındaki piccatura’yı görebilmiş birisi için devasaydı
oradaki içerik, ama şimdi en dandik en tırt semtteki d&r dükkanı bile bu arkadaşlara
beş basıyor memleketimde..
bir
acayip dolu tren garına giden yeraltı geçidinde bu ve benzeri düşünceler içinde
gezerken %5’lik farkın bir kısmının müsebbibi yeraltı geçidinin yanına eklenen
ek galeriyi görüyorum. eski geçide oranla bomboş, nedense insanlar orayı pek
tercih etmemiş, daha kazık gibi duruyor dükkanlar belki ondandır.. tren garında
sosislisini pek sevdiğim mekanı arayan gözlerim ol mekan yerinde mc donalds ile
karşılaşıp hüzünleniyor.. tornistan duomo’ya yönlendiriyorum kendimi, ve
vardığımda bir tokat daha! meğer belli başlı katedrallere girişi de paralı
yapmış aç italyan milleti! 21. yüzyılda herhangi bir turistik ziyaretim
olmadığından kelli, bunun farkına 13 sene kadar geç varıyorum zira arkadaşlar
2002’den beri 5 euro ayakbastı parası alır olmuşlar duomo’ya, santa croce’ye,
santa maria novella’ya.. uzun yıllardır gitmediğim camilere bu gitmeyiş
vesilesiyle verilememiş cuma çıkışı bağışlarını düşünüyorum, ağırıma gidiyor
elin gavuruna 5 euro vermek. zira bu paralar doğrudan vatikan’a gidecek, ve ben
bunca günahıma ilave bir de elin gavurunun dininin yayılmasına yardım ve
yataklık etmekten de bir kamyon dayak yiyeceğim öte tarafta.. beleşken
gördüklerime sayıyorum zira hiç gitmediysem 20 kere gitmişim herbirine, dışında
oturup yeni selfiler vidyolar çekiyorum kendim kendime ve konser arkadaşım mert
arıyor abi neredesin diye, kalan adımları beraber sarfediyoruz santa croce’ye,
oradan piazzale michelangelo’ya, yediğimiz yağmur kesmiyor bir de ponte vecchio
üzerinden piazza repubblica’ya, orada yenilen öğle yemeği ardından yağmurun
yaralarını sarmak üzere otele ışınlanıyorum ama ışık hızı ile değil bu
ışınlanma, malesef..
iki
saatlik kestirme sonrası konser kankam ve abisi ile tekrar buluşup bir iki
dolanıyoruz ama elemanların toplam yaşı benim yaşımdan az ve ben onların çeyrek
enerjisine sahip olsam daha iki tur dünyayı dolaşırım belki ama maalesef hücrelerim
bile yaşlanmış artık, ve ayaklarım o eski ayaklarım değil çok ağrıyorlar, izin
isteyip otele kaçıyorum, ağrılar içinde uyumaya çalışıyorum, nice sonra
becerebiliyorum bunu..
ikinci
gün yine kahvaltımsımı edip kendimi sokağa atıyorum ve bu sefer amacım galleria
dell’accademia’ya girebilmek.. zor bir iş, randevu falan yaptırmak gerekiyor,
ama benim yapacak başka işim ya da görecek başka müzem olmadığı için bir buçuk
saatlik sırayı iki arjantinli abla ile muhabbet ede ede yiyorum ve içeri
girende unutuveriyorum ablaları, zira 29 yıl önce yapmadığım en önemli işlerden
biri de bu müzeyi ziyaret etmemek olduğunu hatırlıyorum.. michelangelo’nun
davut’u, akşam göreceğim pink floyd’un davut’una nazire yaparcasına olanca
haşmetiyle duruyor karşımda..
kısa
bir öğle dinlenmesi ve öğle yemeği sonrası konser kankası ile öğleden sonra
buluşması yapıyoruz ve konser alanına doğru otobüsümüze biniyoruz.. belediye
otobüsleri neredeyse tekmil edirnekapı tuzla içeriğinde, ve insanlar da bir
türlü arkaya yürümüyor. garbın medeniyeti bu noktada kendini gösteriyor ve
şoför arkaya ilerlemeyen yolculara tek bir söz bile sarfetmiyor ve hatta hiç
oralı değil.. biz de oralı olmadığımız ve otobüs içre yolcuların yarıdan
fazlası pink floyd ve türevi tişörtlere sahip olduğu için sıkışıklık filan pek
germiyor kimseyi ve kısa bir süre sonra mekana varıyoruz.. biletleri teslim
alma sırasında mısırlı bir eleman ile hasbihal ediyoruz hatta kendisi hatırı
sayılır derecede türkçe biliyor, bir dönem buralarda manitası olmuş falan, uzun
süreler kalmış istanbul’da.. biletleri teslim aldıktan sonra mısırlı eleman
kayboluyor ve biz görevlilere içeri nasıl girebileceğimizi soruyoruz ve bize
bir sonsuz kuyruk gösteriliyor iken, daha o kuyruğun başlarından tanıdık bir
eleman el sallıyor bize: mısırlı kanka meğer bir başka mısırlı kankasını
önceden o sıraya sokmuş da kendisi gitmiş biletleri teslim almış, biz de
ümmetçilik torpiliyle sıranın başlarına oerlikon marka elektrodla
kaynaklanıyoruz vesselam!
sonrası
mı? sonrası mı var artık?! İçeri girdik ve orada bir konser oldu, onun
içeriğini bir başka yazıda açmam gerekiyor çünkü bu zaten şimdiden on tercüme
sayfası oldu bile! sadece şunu söyleyeyim: artık sorrow’u babadan canlı canlı
dinlemiş bir insanım, öyle herkesle kolay kolay muhatap olabilemem gayrı..
konser
sonrası otobüs duraklarındaki mahşeri kalabalığı görünce şehre kadar tabanvay
gitmeye karar veriyoruz. üç kilometre yolu üç solukta yürüyoruz, bunun içinde
mardinli bir elemandan bira alıp bir meydanımsıda içmek, birayı içerken bir
sümüklü böceğin ayağıma tırmanma gayreti ve bunu bilek üstü seviyeye kadar
gerçekleştirmesi ve dahi yıllar önce gittiğim space disco’nun sokağına kazara
girdiğimde allahın salı gecesinin sıfır ikisinde o sokakta görmeye alıştığım
nitelikte iki adet svarovski kristal billurluğunda ablanın yanımdan gelip geçmesi
dahil.. 29 yıl önce olsa gecenin o saatinde ben bir icat bulur ne yapar eder o
ablalarla en azından sohbet ederdim, 29 yıl sonra rahmetli asit orhan’ın
gemiler klibi gibi oluyor ortalık, herşey yanımdan gelip geçiyor sadece,
olmayan saçlarımı yolmam an meselesi..
ağrıdan
zonklayan tabanlarıma bir kez daha gün doğuyor, zira perdeler açık ise gün
doğar doğmaz odada arkadaşım oluyor, öylesi bir ufka bakıyor odam ama o ufukta
fotoğraflanası pek bir detay bulunmamakta, tarihi merkeze götümü dönmüşüm,
kıbleyle dikey açıdayım gayri ihtiyari.. duş ve bavul toplayış sonrası son
kahvaltımsı ve ardından oda ücretini kredi kartıma üç taksit yaparaktan
ayrılıyorum yarısı binanın üçüncü, yarısı beşinci katında olan, aradaki
dördüncü katta bambaşka bir otelin varlığından zerre rahatsızlık duymayan
otelimsimden.. yine de temizdi oda, her gün çarşafları havluları değişti,
odanın içinde banyosu tuvaleti vardı, varsın yatağı benim kalıptan az ufak
olsun.. 29 yıl önce olsa bu bir sıkıntı olabilirdi çünkü ziyaretçisi sık olurdu
odanın, mamafih artık sadece ben ve kendim yatıyorduk yatakta sarmaşdolaş..
noooo
pıroblem, aslında nooooo no problem..
san
lorenzo çarşısından son hediyelikleri kapıp tren istasyonundaki kitapçıya son
bir göz gezdirme ve ardından havaalanına gitmek için 6 euro isteyen saygıdeğer
volanbus servisine dikey geçiş.. gece vakti geldiğim için göremediğim şehrin banliyölerinde
29 yıl önceki rengi yakalayamıyorum ve bu canımı sıkıyor.. çatlak patlak
birbirinin benzeri ve az önce merkezinden ayrıldığım rönesansın beşiğinden
zerre nasibini almamış, bildiğin ağlayan binalar, aralarda varla yok arası
kapalı nice dükkan silsileleri, ve dahi evsizler için barınaklar ve aşevleri ve
bunların civarında kaldırımlarda oturan nice beyaz, kahverengi ve kara derili
insanlar.. yüzlerinde hep aynı yorgun, pişman ve ümitsiz ifade.. işte bu son
kısmı görmeyeydim iyiydi be firenze, merkezinle banliyönle ne güzel bir
şehrimizdin sen seksenlerde..
işte
böyle sevgili tahinpekmez orege.. bir kez daha eski bir güzel anıya
yaklaştıktan sonra yaşanan acı ile bu satırları yazmaktayım. çok şükür ki bu
anı tekrarı içinde bir david gilmour konseri barındırmakta.. bundan sonra iş seyahatleri
hariç, benim için yeni olmayan bir beldeye seyahat etmeme kararı aldım. eskinin
izini taşıyan şeylerle uzun zaman sonra tekrar karşılaştırmak ilk başta çok
güzel gelse de, kremasına samandağı biberi boca edilmiş alman pastası gibi, önden
tatlı geliyor ama hemen ardından yakıyor; ve bu yoğun yanma yüzünden hiçbir lezzet
alamıyor insan..
ama
sorrow izledim, baba karşımda bizzat çaldı, canlı canlı.. her gün floransa’da
çalacağım desin, her gün floransa’ya giderim, o ayrı, apayrı :)
freko,
vakanüvis floydian..