08 Aralık 2015

kevin..

kendisi ile ilk olarak 2006 yılının mart ayının onbirinci gününde, hamburg’da tanışmıştık.. ellisini aşalı epey olmuş, ingiliz olduğu beşyüz metreden bağıran ince uzun yapılı, eli yüzü düzgün bu adamcağız gayet sakin bir şekilde, david gilmour’un konser vereceği mekanın kapısında karaborsa bilet satıyordu. konser başlamadan iki dakika önce kayboldu, yerlerimize geçerken arkadaşı sahne önü birinci sırada koridor başındaki koltukta orkestra elemanları ile selamlaşır halde bulduk. hatta dave sahneye çıkıp yerine geçerken ufaktan bir selam çaktı abiye, belli ki abi alelade bir karaborsacı değil, başka bişey..

konser boyunca arada abiyi de izledim. hepimizden daha heyecanlı izledi, hop oturdu hop kalktı, fakat baba son soloyu atarken kayboldu! bulmamız uzun sürmedi, dışarıda işportacılar arasında yerini almış, tişört satıyordu. bu sefer beklemeye karar verdim ve ahali dağılınca elemanla sohbete giriştim. meğer birkaç yıl önce emekli olmuş, çoluk çocuk zaten hepsi kendi hayatlarını kurmuşlar; bu eleman da uzun yıllardır hayranı olduğu roger ile david’in konserlerini takip etmeye başlamış. adam resmen hayalimi yaşıyor! konserler john carin’in her ikisinin orkestrasında as eleman olması nedeniyle çakışmadığı için de, o da bu sayede hiçbirinin konserini kaçırmadan peşlerinde dünyayı dolaşıyormuş. ve tabi ki böyle bir bohem hayatı ingiliz dahi olsa emekli maaşı ile karşılayamayacağı için konserden önce karaborsacılık, bitiminde ise tişört falan satarak para kazanmaya çalışıyormuş. O sıralar roger waters istanbul konseri henüz official değil fakat bende insider bilgi gırla, “istanbul’da görüşürüz o zaman” dedim. önce inanamadı, ama yine de telefonlarımızı aldık, görüşmek üzere dedik ve ayrıldık..

haziran ayının ondokuzu olduğunda elemanı aradım, fakat telefonuna ulaşılamamakta idi.. herhalde gel-e-medi diye düşündüm, kendimi ertesi günün heyecanına bıraktım..

konser günü sırada beklerken, tam da pinkfloydturk.net admini okan’a hamburg’da böyle böyle bi adamla tanıştım diye anlatırken bir de baktım eleman karşıdan bana doğru geliyor! “telefonum bozuldu, numaranı kaybettim, arayamadım seni” diye af diliyor koca adam, akşam fırsat olabilirse beni de roger’ın yanına sokmaya çalışacağını, birkaç hafta sonra roger’ın verona’da konser vereceğini, konserin kendisinin 66. roger konseri olacağını ve o gün 66 yaşına basacağını söyledi ve benim de orada olmamı istediğini söyledi, yine kalabalığın arasında kayboldu. konser çıkışında ise bizim açlar herhalde kendi işporta alanlarını yedirmediler, göremedim. zaten kalabalık bir ekiple idim ve bel ağrısı ile kıvranmakta olduğum bir 3 saat sonrasında daha fazla arayamadım, uzadık..

birkaç zaman sonra aklıma geldi, roger’ın o verona konseri ile ilgili videolara bakındım ve gördüm: roger adamın doğum gününü sahneden kutladı! o tarihte şak diye çıkan video aradan geçen yılların neticesinde diplere gömülmüş sanırım, bi on dakika kadar aradım bulamadım, olur da bulursam editler koyarım linkini..

aradan dokuz yıl geçti, ve rabbim arada iki roger konseri daha nasip etmiş idi fakat kevin emmiyi bir daha görmek nasip olmamış idi, ben dave’in floransa konserine bilet aldım, atladım gittim, tee oralara konser için gelmiş bir floydian kardeşimle konseri seyrettim, konser bitimi tabanvay şehre dönmeye başlamışken ve dahi tam da elemana “vaktiyle hamburg’da bi elemanla tanıştım” diye tam da kevin’i anlatırken bir de baktım bizimki 5 euroya iş bu yazıyı süsleyen posteri satıyor!

beni gördü önce tanıyamadı, sonra gözleri büyüdü, “ben hamburg’daki türk elemanım” deyince jetonu tam olarak düştü, ne yapacağını bilemedi, sonra kendine gelip “şu an satış yapıyorum az bekle konuşuruz” gibi bişey dedi, gülümseyerek elindeki posterlerden birini uzattı “hediyem olsun” dedi, ve dahi yine kalabalığa kapılıp kevin emmiden bir daha karşılaşacağımız güne kadar ayrıldık..


inşallah kevin emmi ile bir sonraki karşılaşmamız yine bir dave konserinde ama bu sefer istanbul’da olur.. rabbim bu bohemimsi ingiliz emmiye uzun ömür versin, roger ile dave müzik yaptıkça o da onları takip edebilsin inşallah.. bize de kıyısından köşesinden, hepsine olmasa da birr kaçında karşılaşabilmeyi nasip etsin, amin:)

21 Eylül 2015

floransa seyahati..

selam,

bu seyahatin iki türlü olayı var: birincisi, yıllar sonra ilk defa tek başıma italya'ya, hatta floransa'ya gidiyor olmam; ama asıl olay ve bu seyahatin sebebi olarak ikinci defa david gilmour konseri..

aylar önce bir şekilde aldığım bilet, konser tarihinin vizemin bitiş tarihinden bir gün öncesine isabet etmesi falan, bunlar hep konserin son parçası comfortably numb'da dave'in ardında açılacak olan boyut kapısından yürüyüp gideceğimin bir habercisi, orası kesin; fakat ben olayı biraz daha dramatize etmek istiyorum lan!

bir feysbuk statüsünde de belirttiğim üzere, walkman'in uzaydan geldiğine inanılan bir devirden 29 yıl sonra uçakta ipad ile yazıyorum bunları.. o günden bugüne sadece kasetten alac formatına geçilmekle kalmamış, vücut gidişten 35 dönüşten 48 kilo sonrasına varmış, boyda önemli bir değişiklik görülmemekte, işlevdeyse nahoş sıkıntılar mevcudiyetini sürdürmekte.. 8 diş, 30 santim aort ve bir kalp kapakçığı eksik dönüyorum floransa'ya.. yaprağı çevrilmemiş bir ssk karnesinden raporlu ilaçlara geçilmiş, olası uzun soluklu yürüyüşler için katlanır baston da valize iliştirilmiş vaziyette.. belki aslında tüm öncekileri önceki hayata gömüp buna ilk sefer de diyebilirim zira ilk dave konserinin üzerinden de 9 buçuk yıl geçmiş.. ilk konserden binbeşyüz kişi fazla ve ikibin kişi eksik neticede elde kalan kral devre elli altmış hakiki dost için yazıyorum bunları..

vallahi de şu an tüylerim diken diken oldu.. mfö'nün uç oldum'u başladı ve ben 16 yaşımda roma'ya inmek üzere olan airbus'a dönüverdim. uçakta müzik örtmenim elizabetta di stefano ve fantezi kraliçem banu alkan da vardı tanıdıklardan.. sanki banu alkan'a bagaj beklerken merhaba demem ve “aa ben sizi italyan sanmıştım” diyerek sırnaşması ve o sırada kiralık araba işini halletmeye çalışan rahmetli dostuna çaktırmadan telefonunu bana ezberletmesi dönüşte aramamı istemesi falan.. vallahi yalan değil bunlar, hepsi oldu:)

tam varıyorum ki hedefe bir yenisi başlıyor, bu oyun hep aynı, değişmiyor; hala feryat hala figan, hem de bile bile..

ilaç gibi geldi mfö - no problem kasedi, pardon, albümü diyelim ama elle tutulur formatta olmadığı için ne diyebileceğimi tam olarak da bilmiyorum aslında, olsun böyle de iyi..

bir evlilik ve bir boşanma fazla dönüyorum hem floransa'ya, hem de gilmour'a, daha önce pırıl pırıldım halbuse, hey gidi günler hey.. tüm bunları -her zaman olduğu gibi- neden yazdığımı tam olarak bilmiyorum ama bazen böyle çiş gibi geliyor işte..

bu seyahatte ferhan Şensoy ve gençlik yılları da bana eşlik ediyor bu sefer.. daha önce gittiğimde de tanışıyorduk ama haşırneşirliğimiz bu seviyelere varmamıştı, çok çok şahları da vuruyorlardı ya da ca cüppap cüppap cüpap caa cüppaplaşıyorduk kendisiyle.. uçaktan inip diğer uçağa binip de tekrar inesiye arada bir palet nutella bready gördüm ve bir avustralyalı dayı ile muhabbetimiz oldu, zira banu alkan nicedir ortalarda yoktu ve olsa da 29 yıl önce bir türlü ulaşamadığım kadına artık ne radde ulaşasım kalmıştı, kendime olan son saygımı kaybetmemek için test edemediğim iyi oldu bunu..

uçak sonrası binilen kısa otobüs yolculuğu ile gelinen şehir yıllar öncesinde bıraktığım şehirle %95 aynı.. bir iki dükkan şekil değiştirmiş, o kadar.. oteli, duomo’yu, ponte vecchio’yu, palazzo pitti’yi, piazza signoria’yı bıraktığım yerlerde buluyorum gece vakti.. bir hüzün çöküyor zira, ayaklarım o ayaklarım değil, ağrıyor, hüzün yerini yorgunluğa, yorgunluk ağırlığa bırakıyor, iki selfi sonrası farkediyorum 29 yıl öncesinden bu abidelerin civarında pek bir fotoğrafım olmadığını; demek ki o vakitler böyle meraklı değilmişim tarihe, daha sonra birden bire, büyük ihtimalle turizme girişmemle gelişmiş oralarım.. varsın olmasın, artık var o pozlar! ve tabi bir de anında oraya buraya yükleme derdimiz var artık! wifi ara, bulamazsan dolaşım verilerinden ye, ama o fotoğraflar derhal yüklenecek! cep telefonlarımız fotoğraf çekemezken, hatta ceplerimizde telefon yokken, ama iyi, ama dandik ama alayı analog, yani filme çeken fotoğraf makinalarımızla deklanşöre basma sıklığımızın bu kadar seri olmadığı, her bir kareyi çekmeden önce ışığı kadrajı tutturabilmek için yırtındığımız zamanlarda çektik en güzel fotoğraflarımızı, ve o seyahatlerin çok sonrasında tab ettirdik de belki aralarından ancak bazı kareleri çok sınırlı bir kitleye gösterebildik.. o yüzden o günler hala değerli zihnimizde, herşey az, herşey kısıtlı.. pahalı olduğu için değil, sadece olmadığı için değerli herşey, hey gidi.. nerde çokluk orada bokluk diye boşuna söylememiş atalar.

devrisi gün uyanıp kahvaltı salonumsusunun penceresinden duomo’nun kubbesini görende, aha diyorum bir üçkağıt yapayım da bu benim odamın manzarası olsun feysbuk insanları öyle bilsin, nedense? kahvaltı salonumsusunda kahvaltımsımı yaptıktan sonra öncelikle bileti bastırabileceğim yer aranıyorum. öyle ya, biletix’ten bilet alınca gidip bir satış noktasından bastırıyoruz; maalesef italya belediye otobüsü biletlerinde akbil ya da bizim istanbulkartvari bir sisteme geçememiş ve yıllar öncesinde bıraktığım karton bilete zaman damgası vurdurma sistemini henüz yenileyememekle kalmamış, adamların özel sektörü de benzeri acz içinde; biletlerin ancak ve ancak konser mekanından teslim alınabileceği muştulanıyor bir zamanların –bana göre- devasa müzik dükkanında.. onu görmezden evvel sadece tınaztepe pasajının altındaki piccatura’yı görebilmiş birisi için devasaydı oradaki içerik, ama şimdi en dandik en tırt semtteki d&r dükkanı bile bu arkadaşlara beş basıyor memleketimde..

bir acayip dolu tren garına giden yeraltı geçidinde bu ve benzeri düşünceler içinde gezerken %5’lik farkın bir kısmının müsebbibi yeraltı geçidinin yanına eklenen ek galeriyi görüyorum. eski geçide oranla bomboş, nedense insanlar orayı pek tercih etmemiş, daha kazık gibi duruyor dükkanlar belki ondandır.. tren garında sosislisini pek sevdiğim mekanı arayan gözlerim ol mekan yerinde mc donalds ile karşılaşıp hüzünleniyor.. tornistan duomo’ya yönlendiriyorum kendimi, ve vardığımda bir tokat daha! meğer belli başlı katedrallere girişi de paralı yapmış aç italyan milleti! 21. yüzyılda herhangi bir turistik ziyaretim olmadığından kelli, bunun farkına 13 sene kadar geç varıyorum zira arkadaşlar 2002’den beri 5 euro ayakbastı parası alır olmuşlar duomo’ya, santa croce’ye, santa maria novella’ya.. uzun yıllardır gitmediğim camilere bu gitmeyiş vesilesiyle verilememiş cuma çıkışı bağışlarını düşünüyorum, ağırıma gidiyor elin gavuruna 5 euro vermek. zira bu paralar doğrudan vatikan’a gidecek, ve ben bunca günahıma ilave bir de elin gavurunun dininin yayılmasına yardım ve yataklık etmekten de bir kamyon dayak yiyeceğim öte tarafta.. beleşken gördüklerime sayıyorum zira hiç gitmediysem 20 kere gitmişim herbirine, dışında oturup yeni selfiler vidyolar çekiyorum kendim kendime ve konser arkadaşım mert arıyor abi neredesin diye, kalan adımları beraber sarfediyoruz santa croce’ye, oradan piazzale michelangelo’ya, yediğimiz yağmur kesmiyor bir de ponte vecchio üzerinden piazza repubblica’ya, orada yenilen öğle yemeği ardından yağmurun yaralarını sarmak üzere otele ışınlanıyorum ama ışık hızı ile değil bu ışınlanma, malesef..

iki saatlik kestirme sonrası konser kankam ve abisi ile tekrar buluşup bir iki dolanıyoruz ama elemanların toplam yaşı benim yaşımdan az ve ben onların çeyrek enerjisine sahip olsam daha iki tur dünyayı dolaşırım belki ama maalesef hücrelerim bile yaşlanmış artık, ve ayaklarım o eski ayaklarım değil çok ağrıyorlar, izin isteyip otele kaçıyorum, ağrılar içinde uyumaya çalışıyorum, nice sonra becerebiliyorum bunu..

ikinci gün yine kahvaltımsımı edip kendimi sokağa atıyorum ve bu sefer amacım galleria dell’accademia’ya girebilmek.. zor bir iş, randevu falan yaptırmak gerekiyor, ama benim yapacak başka işim ya da görecek başka müzem olmadığı için bir buçuk saatlik sırayı iki arjantinli abla ile muhabbet ede ede yiyorum ve içeri girende unutuveriyorum ablaları, zira 29 yıl önce yapmadığım en önemli işlerden biri de bu müzeyi ziyaret etmemek olduğunu hatırlıyorum.. michelangelo’nun davut’u, akşam göreceğim pink floyd’un davut’una nazire yaparcasına olanca haşmetiyle duruyor karşımda..

kısa bir öğle dinlenmesi ve öğle yemeği sonrası konser kankası ile öğleden sonra buluşması yapıyoruz ve konser alanına doğru otobüsümüze biniyoruz.. belediye otobüsleri neredeyse tekmil edirnekapı tuzla içeriğinde, ve insanlar da bir türlü arkaya yürümüyor. garbın medeniyeti bu noktada kendini gösteriyor ve şoför arkaya ilerlemeyen yolculara tek bir söz bile sarfetmiyor ve hatta hiç oralı değil.. biz de oralı olmadığımız ve otobüs içre yolcuların yarıdan fazlası pink floyd ve türevi tişörtlere sahip olduğu için sıkışıklık filan pek germiyor kimseyi ve kısa bir süre sonra mekana varıyoruz.. biletleri teslim alma sırasında mısırlı bir eleman ile hasbihal ediyoruz hatta kendisi hatırı sayılır derecede türkçe biliyor, bir dönem buralarda manitası olmuş falan, uzun süreler kalmış istanbul’da.. biletleri teslim aldıktan sonra mısırlı eleman kayboluyor ve biz görevlilere içeri nasıl girebileceğimizi soruyoruz ve bize bir sonsuz kuyruk gösteriliyor iken, daha o kuyruğun başlarından tanıdık bir eleman el sallıyor bize: mısırlı kanka meğer bir başka mısırlı kankasını önceden o sıraya sokmuş da kendisi gitmiş biletleri teslim almış, biz de ümmetçilik torpiliyle sıranın başlarına oerlikon marka elektrodla kaynaklanıyoruz vesselam!

sonrası mı? sonrası mı var artık?! İçeri girdik ve orada bir konser oldu, onun içeriğini bir başka yazıda açmam gerekiyor çünkü bu zaten şimdiden on tercüme sayfası oldu bile! sadece şunu söyleyeyim: artık sorrow’u babadan canlı canlı dinlemiş bir insanım, öyle herkesle kolay kolay muhatap olabilemem gayrı..

konser sonrası otobüs duraklarındaki mahşeri kalabalığı görünce şehre kadar tabanvay gitmeye karar veriyoruz. üç kilometre yolu üç solukta yürüyoruz, bunun içinde mardinli bir elemandan bira alıp bir meydanımsıda içmek, birayı içerken bir sümüklü böceğin ayağıma tırmanma gayreti ve bunu bilek üstü seviyeye kadar gerçekleştirmesi ve dahi yıllar önce gittiğim space disco’nun sokağına kazara girdiğimde allahın salı gecesinin sıfır ikisinde o sokakta görmeye alıştığım nitelikte iki adet svarovski kristal billurluğunda ablanın yanımdan gelip geçmesi dahil.. 29 yıl önce olsa gecenin o saatinde ben bir icat bulur ne yapar eder o ablalarla en azından sohbet ederdim, 29 yıl sonra rahmetli asit orhan’ın gemiler klibi gibi oluyor ortalık, herşey yanımdan gelip geçiyor sadece, olmayan saçlarımı yolmam an meselesi..

ağrıdan zonklayan tabanlarıma bir kez daha gün doğuyor, zira perdeler açık ise gün doğar doğmaz odada arkadaşım oluyor, öylesi bir ufka bakıyor odam ama o ufukta fotoğraflanası pek bir detay bulunmamakta, tarihi merkeze götümü dönmüşüm, kıbleyle dikey açıdayım gayri ihtiyari.. duş ve bavul toplayış sonrası son kahvaltımsı ve ardından oda ücretini kredi kartıma üç taksit yaparaktan ayrılıyorum yarısı binanın üçüncü, yarısı beşinci katında olan, aradaki dördüncü katta bambaşka bir otelin varlığından zerre rahatsızlık duymayan otelimsimden.. yine de temizdi oda, her gün çarşafları havluları değişti, odanın içinde banyosu tuvaleti vardı, varsın yatağı benim kalıptan az ufak olsun.. 29 yıl önce olsa bu bir sıkıntı olabilirdi çünkü ziyaretçisi sık olurdu odanın, mamafih artık sadece ben ve kendim yatıyorduk yatakta sarmaşdolaş..

noooo pıroblem, aslında nooooo no problem..

san lorenzo çarşısından son hediyelikleri kapıp tren istasyonundaki kitapçıya son bir göz gezdirme ve ardından havaalanına gitmek için 6 euro isteyen saygıdeğer volanbus servisine dikey geçiş.. gece vakti geldiğim için göremediğim şehrin banliyölerinde 29 yıl önceki rengi yakalayamıyorum ve bu canımı sıkıyor.. çatlak patlak birbirinin benzeri ve az önce merkezinden ayrıldığım rönesansın beşiğinden zerre nasibini almamış, bildiğin ağlayan binalar, aralarda varla yok arası kapalı nice dükkan silsileleri, ve dahi evsizler için barınaklar ve aşevleri ve bunların civarında kaldırımlarda oturan nice beyaz, kahverengi ve kara derili insanlar.. yüzlerinde hep aynı yorgun, pişman ve ümitsiz ifade.. işte bu son kısmı görmeyeydim iyiydi be firenze, merkezinle banliyönle ne güzel bir şehrimizdin sen seksenlerde..
işte böyle sevgili tahinpekmez orege.. bir kez daha eski bir güzel anıya yaklaştıktan sonra yaşanan acı ile bu satırları yazmaktayım. çok şükür ki bu anı tekrarı içinde bir david gilmour konseri barındırmakta.. bundan sonra iş seyahatleri hariç, benim için yeni olmayan bir beldeye seyahat etmeme kararı aldım. eskinin izini taşıyan şeylerle uzun zaman sonra tekrar karşılaştırmak ilk başta çok güzel gelse de, kremasına samandağı biberi boca edilmiş alman pastası gibi, önden tatlı geliyor ama hemen ardından yakıyor; ve bu yoğun yanma yüzünden hiçbir lezzet alamıyor insan..

ama sorrow izledim, baba karşımda bizzat çaldı, canlı canlı.. her gün floransa’da çalacağım desin, her gün floransa’ya giderim, o ayrı, apayrı :)


freko, vakanüvis floydian..

27 Ağustos 2015

şişkoluk

şişkoluk çok feci bişi.. yürüyemiyosun, yatamıyosun, oturup kalkamıyosun. devamlı kendi kendine yalanlar söylüyosun. yarın diyete başlicam, bu akşam yürümeye başlicam, haftasonu diyetisyene gidiyorum, bu sefer kesinkes gidiyorum 30 kilo vericem. hep yalan.

üstüne giydiklerin olmuyor olsa yakışmıyor. ortalıkta insanların "allah muhafaza" dedikleri bir modelde geziyorsun. istediğin kadar neşeli ol pozitif ol ne bok olursan ol şişkosun işte! her allahın günü yalan haberler, yok bilmemne çayı yağ eritiyor yok bilmemne geni bulundu üç vakte şişko insan kalmayacak falan filan.. daha az önce bir kapı eşiğinden az eğilip geçmem gerekti (kepengini az indirmişler) eğilmeden doğan basınçla pantolonun düğmesi koptu!

biliyorum, şişman olmak ayıp değil, günah da değil (bir takım kortizon gibi ilaçlar harici şişmanlık belki günah da olabilir, tam bilemedim) ama rahatsız edici bir şey işte. arabaya sığmıyorsun, uçağa sığmıyorsun, pantolonun yırtılıyor, düğmelerin kopuyor, her şey kötü anlayacağın. iki kat merdiven çıksam ölecek gibi oluyorum, ki vaktiyle ölmüşlüğüm de var, o yüzden hiç abartmıyorum bunu söylerken, biliyorum da konuşuyorum.

bunları yazarken kimseden tek bir tavsiye veya avutma cümlesi duymak için de bir gayrette değilim, sadece bir vakanüvis gibi, olanı yazıyorum. size bir günümü anlatayım zira neredeyse hep aynı cereyan ediyor:

sabah çok zor uyanıyorum bir kere.. eğer komşu benim alarmı duyuyorsa her gün küfrediyordur zira üç dakkada bir ertelenen sikko bir melodi insanı sinir eder, ben ise üç vakit sonra alışıyorum. altı onbeşte başlayan uyanma maceram en erken yedi otuz gibi bitiyor. acele bir duş ya da traş ya da her ikisi birden, asansörle otoparka inip arabaya binip işe geliyorum. işe gelirken yoldan ya bir simit, ya bir sandöviç, illa bir şey alıyorum, alamadıysam şirkette çaycıyı kandırıp tost yaptırıyorum.

saat oniki onbeş olunca dandik şirket karavanasını yemek için yerimden kalkıyorum. seri bir öğle yemeği sonrası işyerimize ikiyüzelli metre mesafede bulunan avmde kahve içmeye gidiyorum. bir de onun dönüşü, etti mi beşyüz!

daha sonra ufak ufak akşam üzeri oluyor, illa içimiz kıyılıyor, artık allah ne verdiyse bisküvi, gofret, az da olsa bir aburcuburu ağzıma atıyorum. aklımda hep "bu akşam siteye gider gitmez bir iki tur yürüyeceğim" sedası çınlıyor fakat saat altıya yaklaştıkça bir yorgunluk bulutu çöküyor omuzlarıma.. altı gibi çıkıp arabaya binip eve doğru yola koyuluyorum. giderken ya etsiz çiğköfte paket yaptırıyorum, ya iki üç lahmacun yiyorum, yani nereden baksan yedi olmadan ya da sekiz olmadan birşeyler yemiş oluyorum. tabi bu arada yürüyüş eve girmemle birlikte yalan oluyor ve koltuğa gömülüp salak diziler seyrediyorum. ve tabi o sırada da ya çekirdek, ya başka bir aburcubur yakınlarda oluyor.. bunca abur cubur kesmiyor, eğer yatamamışsam onbiri geçince karnım tekrar acıkıyor ve artık evde malzeme varsa tost, yok ise dışarıdan pizza (bari onu artık ince hamura söylüyorum) getirtip bi de onu yiyorum agopun kazı gibi..

e böyle yaparsan zayıflanır mı? tabi ki hayır.

"ya işte gece yemeyi kessen, günde yarım saat yürüsen" cinsinden lafları çok dinledim ve fakat kesilmesi gereken gece yemeleri değil benim kopasıca kellem bence!

ondan sonra o kız niye bana bakmadı bile? e bakmaz tabi, sen dombili hatunlara bakıyor musun? hem hatun manken gibi olsun, hem seni böyle dombiliyken beğensin.. çok nadir gerçekleşen bir durum bu.

olay sadece karı kız olaydı, problem değildi. ama en başta dediğim gibi hep yorgunluk, üstüne hiç ama hiçbir şeyin olmaması yakışmaması.. asıl dert bunlar. karı kız meselesini kendime havuç etmeye çalışıyorum ama artık ihtiyarladım mı, olgunlaştım mı ne olduysa, bünye böyle şeylere kanmıyor artık..

yüce rabbimden dileğim, bir şekilde kafama bir şimşek çaktırıp şu zayıflama meselesini başarmamı sağlamasıdır. ilahi bir kudret tarafından dürtülmedikçe, nice badirelerden sağ çıkmış bedenim şişmanlık temalı salakça bir hastalık ya da bir kaza nedeni ile dünya üzerindeki yaşamını sonlandıracak. halbuse benim için ölüm daha şatafatlı bir şey olmalı idi, skindirik bir kalp krizi ile ölürsem yuh olsun bana..

işte böyle, biterken livin' joy - don't stop movin' çalıyordu, dalga geçer gibi..

25 Ağustos 2015

ota boka para harcamak

son bir buçuk yıl zarfında aldıklarım:

ipad mini - 1200 tl
ipad klavyesi - 200 tl
ipade göre samsonite gay çantası - 100 tl
kulaklık amfisi - 150 tl
kulaklık (2. el) - 70 tl
moleskine defter - 70 tl
pebble saat - 350 tl
çekirdek kahveden yapan filtre kahve makinesi - 200 tl
çay makinesi - 150 tl
televizyon - 1500 tl
buzdolabı - 1750 tl

bunlardan televizyon, buzdolabı, ipad mini olayları bi yerde mecburi harcama kalemi gibi. ipadi neredeyse elimden düşürmüyorum ama 1200 lira verilmiş alette sadece bejeweled oynayıp feysbuk bakmak çok andavallıca geliyor, ama yine de neticede bir işe yarıyor.

ipad klavyesi aldığımdan beri toplasan iki kere falan kullanıldı. çanta üç beş kullanıldı ama konsepte alışamadığım için ööyle duruyor genelde. kulaklık amfisi desen bi heves bir kaç tur kurcalandı ve fakat o da öööyle durmakta.. 2. el kulaklık aldığım paranın en az 5-6 misli eder, helal olsun, işe de yarıyor. ve fakat moleskine defter, pebble saat, kahve ve çay makinaları bildiğin fuzuli harcama.

yani, bir buçuk sene zarfında, ya da net konuşmak gerekirse 21 ayda 1200 lirayı -neredeyse- çöpe atmışım. ayda 60 lira etmiyor, küçük freko sağolsun afedersiniz..

ulan ben de bişey sandımdı. hemen yarın şu ps4 siparişini vereyim mademse :)

freko, fuzuli işler amiri

24 Ağustos 2015

Özledik...

Sizi bilmem ama ben çok özledim Tahinpekmez'i.


Facebook'ta olmuyor, olamıyor. Canım bir şey yazmak, paylaşmak istemiyor. Burada üç beş kişi olsak da evimde hissediyorum. Rahat rahat paylaşıyorum bir çok şeyimi.

Ne iyi ettin de hiç değilse burayı canlandırdın Freko, teşekkürler.


Şimdilik bu kadar.


herkes birşeyler istiyor..

sevgili tahinpekmez orege,

yine çooook uzun zaman oldu. arkadaşlar seninle irtibata geçmek istiyor, ama benim -nedense- bir türlü elim gitmiyor.. belki de kaderin enteresan bir oyunu bu, zirvede bırakıp da gidemediğim hayat bana tabuta el verecek dördüncüyü bulmak için bekletecekmiş gibi görünüyor; ama yine de umudumu kaybetmedim.

ve fakat, ben artık farkettim ki, eskisi gibi ne yazabiliyorum ne de yazmak istiyorum. sanırım bir devirdi benim için, ve geçti gitti.. ama ne yalan söyleyeyim, yazmayı çok özlüyorum. klavyeye okadar alışmışım ki, kağıt kaleme sarıldığım her seferinde üçüncü satırdan sonra elim ağrıdı, aklımdan geçeni elimle kağıda iletmek yavaş geldi.

aklımda dağlar kadar birikmiş anılar, paylaşılacak dertler, kimbilir daha neler neler..

ama olmuyor işte, olamıyor.

bu üç beş satırı feysbuka da yazabilirdim, ama yazmadım, hatta artık pek kullanasım da yok -sözde- sosyal medyayı..

yine buradan mı devam etsek? belki mesaj fasilitesi yok, ama geri kalan herşeyi tahinpekmezin en son halinden kat be kat iyi bir yazılım işte, arkasında dağ gibi gugıl var.

de haydi, ben şu nameservere bir el atayım, tahinpekmez.org yazan eller yine karşısında iyi kötü birşey görsün, ama eski ama yeni..

frackman revolutions, doymayan pehlivan..

06 Mayıs 2015

it's alright we know where you've been..

tekrar merhaba sevgili blogspot..

yıllardan sonra, hosting işlerinden sıtkım sıyrılınca, tekrardan geldim sana, yüz sürmeye kodlarına..

arada neler neler oldu anlatsam şaşarsın, o yüzden boşver, yeri geldikçe "o diil de" deyip deyip araya girer anlatırım olanları.. özet olarak bir kere öldüm, sonra dirildim, önceki gün de sanal evladımı sanal kara topraklara verdim, gerisin geri buralara geldim.

işte böyle blogspot, yıllardan sonra, yine birlikteyiz..

hadi bakalım, ya settar!

28 Ekim 2006

one of these days, i'm going to move the site in another place..

bilenler biliyor, aylardır söz veriyoruz, ha şimdi ha yarın valla bitti derken o kutlu gün kapıya dayandı!
akşama sabaha kabilinden bir süre içinde, pek saygıdeğer www.bluehost.com dahilinde bize ayrılmış köşemizde paşa paşa oynayacağız, çılgın atacağız, at binecek kılıç kuşanacağız falan.. ve fakat arada bir takım enteresanlıklar oldu, tek tek anlatmaktan yoruldum, buradan bir basın açıklaması yapayım istedim:
bildiğiniz gibi, son üç beş gündür adres satırına www.tahinpekmez.org yazan bünyeler http://searchyouneed.info/search.php?q=nerde&ref= gibi bir yere yönlenmektelerdi (sıklıkla ben dahil).. bunun sebebi, varolan datayı düzgün bir şekilde yeni yerimize export edebilmek gayesiyle siteyi iki saatliğine kapattığımızın akabinde, bir de baktık ki frackman.blogspot.com adlı yer biri ya da böyle işler için yazılmış bir program tarafından register edilip bu salak arama sitesine yönlendirilmiş idi.. saygıdeğer coderimiz merlin hemen frackmanr.blogspot.com adresini alıp tüm veriyi buraya yönlendirdi, ve dahi geçici olarak ana sitenin adresini de buraya akıttı.. bayram seyran demeden turkticaret.net'in kapısını aşındırdık, yeni yönlendirme hadisesini de devreye soktuk, bilen bilir anca bugün iş bitti..
halihazırda tepede frackmanr.blogspot.com adresini görmekteyseniz de, bu artık süper geçici bir durum, dediğim gibi, akşama sabaha dilediğinizi arayıp bulabileceğiniz, yazmak için başka bir browser ekranına ihtiyaç duymayacağınız, inceden profil şekillendirip diğer üyelere "öyle değil o baboli, vıdı vıdı" şeklinde mesaclar atabileceğiniz (hamburger teklifi ikinci bir emre kadar ayıptır:)) bir mekanımız olacak..
merlin kişisine şimdiden huzurlarınızda verdiği sözü layıkıyla tuttuğu için teşekkür ederim.. şekilde şemalde ilk başlarda primitiflik olabilir, lakin aramızda nice eli maus tutan vatandaş mevcut, "abi şurası şöyle olsa böyle olsa" diyenlerin teklifleri anında işleme tabi tutulacak ve site günden güne daha prezentabl hale gelecektir, frekonun sözü bu!
daha kral bir ortamda, birlikte coşabilmek ümidiyle,
frackman revolutions, tükürdüğünü yalamayan adam..

20 Ekim 2006

vioser hijyenik ürünleri!

yeni bir kadın pedi markası bu, ya da otomatı, ne bileyim işte böyle bişi, malum yer olağan arızası için gerekli ara ürünleri sağlama şeysi bu..

lakin mühim olan, abilerin yaptığı / yaptırdığı site, hatta o da değil, ilk açılışta üst kısımda çıkan flaş animasyon..

mozilla kullanıcılarının ad bloker uygulamasını açmasını ya da çıkan play tuşuna tıklamalarını tavsiye etmesem de, ben bunu dedikten sonra tıklayacaksınız nasılsa.. rep bey biraderimiz gösterdi de oha oldum, sizi de ohannesburger edeyim istedim..

aha da link: http://www.vioser.com.tr

vallahi bravo, ilk defa bir görselde böylesine delikanlı olunmuş, iyi anlamda:)


50 kommentten aşağı kırarım bu postu, repleri görelim:)

kan şekeri hiperaktif çocuktum ben gribal enfeksiyon olduğumda

Selam:)

Hav meni taymdır gayet uyuz edici, incik cincik bir iş aldığımdan ve bu işi bitirmek için hemi evde hemi işte sabahladığımdan ve aynı zemanda oruçtu sahurdu karmaşası içinde bulunduğumdan tahinimin pekmezimin yüzünü göremez olduydum. İşi teslim edip cuma ödemelerini büyük ölçüde yapınca hafiften bir gevşeyip siteye girdim. Öncelikle insani bir borç olarak google reklamlarına dıhladım her zamanki gibi..Yalnız bir acaiplik var ki bende midir ortamda mıdır bilmiyorum, en tepedeki reklamlardan (Ramazan'ın da etkisiyle) "islami chat" yazana tıkladım vefakat açılan linklerden İzmir'den arkadaş bulma sitesine kaydım ki içerisinde boncuk gibi hatunlar vardı..Sonra oruç olduğum hatırıma geldi, siteyi sık kullanılanlara ekleyip bayram sonrası İzmir kızlarına musallat olmak üzere kapattım pencereyi..

Yazının başlığı dikkatinizi çekmiştir veya merak uyandırmıştır..Yani inşallah öyle olmuştur. Niye durduk yerde böyle bir başlık attım, aşağıya buyrunuz.

Milletçe bazı şeyleri moda yapma , hatta deyim yerindeyse patlatma huyumuz var..Video dönemlerini bilenler bilir, herkes kaset manyağı olmuş, her semtte iki üç videocu açılmıştı...Zaman zaman bir marka, zaman zaman bir kelime vs..Hülya Avşar bir başlık giyer, ertesi gün İstiklâl'de vitrinlerde "Hülya Avşar başlığı geldi" yazar falan..Toplumsal alışkanlıktır, sana nedir deyip geçebiliriz buraya kadar ama işin bir garip boyutu da var.Biz hastalıkları da moda yapıyoruz yahu..

Bir arkadaşına soruyorsun misal "bugün biraz yorgun görünüyorsun hayırdır" diye..cevap: "ay kan şekerim düştü biraz, ondandır".. Allah Allah.. Benim bildiğim şeker tahlili, sabah aç karnına yapılır, ya o el kadar cihazlarla ya da laboratuarlarda..Ama biz aşmış milletiz ya, şöyle içimizi dinleyip "hımm, kan şekerim düştü" diyebiliyoruz..Yeni çıktı bu türkü..Eskiden insanlara sordun mu ya "başım ağrıyor" ya da "üşüttüm galiba" derdi..Peki şimdi? Olur mu canım, ya "migreniniz" vardır ya da "gribal enfeksiyon"..Nezle deyip sosyeteye rezil mi olalım? İkisi aynı şey değil mi? Ben emin değilim valla.Eğer doktor değilseniz sizin için farketmez nasılsa, ikisinde de sümüğünüz akıyor sonuçta. Ha ille de ayrım yapmak gerekirse biri nezle biri gripti eskiden. Şimdi öyle değil ama..Gribal enfeksiyon.. Ne kadar gavurca olursa hastalık o kadar önemli, siz de o kadar ilgiye muhtaç mı oluyorsunuz, anlamıyorum ki..

Eskiden bizim çocuk çok yaramazdı..Peki şimdi? Hahaayt.."ay bizim çocuk aslında yaramaz değil, hiperaktif şekerim"..Çocuğu misafirlikte biraz koşturup gürültü yapan her anne babanın ağzından bunu duymaya başladık. Niye? Benim bir doktordan dinlediğime göre hiperaktivite, basbayağı bir hastalık. Öyle zırt pırt görülen birşey de değil üstelik. Aslında çocuğun canavar olma hali..Fakat ille de kendimizi önemli hissettireceğiz ya "ay bizim çocuk hiperaktif valla,naapsam doktora mı götürsem ki" Ben bunu diyenlerin çocuğunu doktora götürdüklerini hiç görmedim..

Hülasa, sırf insanlar ilgi göstersinler diye kendimize abuk sabuk hastalık isimleri takıyoruz..

Eski insanlar ne kadar rahattılar oysa..Çocuk yaramazlık yaptı mı poposuna iki şaplak atarlar, başları ağırırsa biraz kesmeşeker alır veya aspirin sallar, burnu aktı mıydı annesi limonlu ıhlamur kaynatır, içerdi mis gibi..

Askerliğimi Diyarbakır'da, şu an Genelkurmay Başkanı olan paşamızın korumalığını yapan bir karakolda yaptım. Paşa, askeri hastanenin fakir halka bedava sağlık hizmeti vermesini (haftada bir gün) ve yine bedava ilaç dağıtmasını emretti..Mekan bizim karakol, karakolda olayın organizasyon sorumlusu bendeniz. 7 ay boyunca yaklaşık 5 bin kişiye hizmet verdik. O hizmet sırasında yarısı Türkçe bilmeyen ve gerçekten ve maalesef fakir olan vatandaşlarımız "neyin var" sorusuna hep şu cevabı verirlerdi: "başım ağriy, belim ağriy, her tarafım ağriy"..Niye hep aynı şeyi söylerlerdi? Çünkü bir öncekinin bunu söyleyip muayene olduğunu öğrendiği için, devlet kapısından dönmesin diye, ezberlerdi bu şifreyi ve zaten kıt bir Türkçesi olduğu için (yarısının hemen hiç yoktu, tercümanla anlaşıyorduk) derdini bu cümleyle ifade ederdi..

Onun "başım ağriy"'si neyse sizin migreniniz de kan şekeriniz de aynı, hiç kasmayın boşuna:)

öpmişumdur