19 Ağustos 2006

Seçme Delilikler vol 8: Galewolf ile bir iş günü (süper macera)


Elinherifi kardeşim böyle bali, uhu falan diyince geçmiş zaman olur ki tek "rakamla: 1" gün sürmüş muhteşem bir işim vardı o aklıma geldi.

Böyle siz diyin 2 ben diyeyim 3 yıl önce zaten bir yere varmayacağı belli olan okula devam ederken üç beş çorba parası çıksın naifliği ile bir işe girmeye karar verdim. Daha önceki iş "deneyimlerim" iş günü ortasında eve gidip uyumak, "bak serdar işten atılmanı istemiyorum ama yüzüme karşı esneme bari be hayvan herif" türü şeylerden ibaret olduğu için elbette tedirginim. Fakat bu sefer pek hatırlı pek sevdiğim bir dostum "gel bizimle çalış, depo müdürüne ihtiyacımız var" dediği için kalktık sabahın bir köründe, koyulduk yollara (bu arada siz kariyerli, gömleğin cebine kart koymalı insanlara bir not, son sekiz yıldır saat 11 den evvel kalktığım görülmüş şey değildir. marifet mi, değil elbette ama sabah uykusu da pek güzel canım).

Oldum olası sırf aynı yerde çalışıyoruz\okuyoruz\yazşıyoruz diye bir alay hırbo ve kokonaya katlanma ritüelinden nefret etmişimdir. Asosyalik bile değil, ciddi anlamda düşmanlık okunur gözlerimden hiç tanımadığım, tanımak için de zahmet etmeyeceğim bir ceset yiyicinin "dünkü maç nasıldı" diye cümleye girip temelde "i have a penis like a train" (coupling izlemeyenler için biraz garip kaçacak bir tanım) cümlesinin onsekizbin kere megafonla tekrarından farklı olmayan boğucu muhabbetleri ya da "ay benim bir köpeğim var böyle görsen canıııım, bak fotosunu göstereyim *sanki birisi on kilo yastık içi yiyip sonra onları kusmuş gibi gözüken bir hilkat garibesinin fotosunu çıkarır*" şeklinde "kıpırcıklar" bana gelmiyor. Ben işyerimi 50 ytl komisyon için çocuğunu Mançuryada köle tacirlerine satabilecek herifler ve lise\üniversite yıllarında sürekli "kuzeniyle" takılan (Umut Sarıkayaya yıllarca beni de kemiren bu yaraya parmak bastığı için binlerce teşekkürler) ve günde 18.723 Can Dündar şiiri göndermeden geceleri rahat uyuyamayan bet suratlı, gaspet ifadeli kadınlar doldursun isterim. (resimde o gün bana eşlik eden iki iş arkadaşımı ve benimle ilgili yorumlarını görebilirsiniz)

Neyse, bu bağlamda sabahın altısında beş adet tanımadığım izbe ile bir minibüse tıkılmanın kolon kanseri olmakla aynı "eğlence" faktörüne sahip olduğunu anlamış olmalısınız. Şükürler olsun ki yanımda arkadaşım var da en azından onun kafasını ütüleyebiliyorum. Servis konseptinin olmazsa olmazları "yüzüne doğru ateşlenen yüksek kalibre tüfek mermilerini durdurabilecek kadar makyaj yaptığı için 25 dakika bekleten kadın", "gazetenin sanki şirketler yönetiyormuşcasına ekonomi sayfasını okuyan hayatı boyunca bir insanın elle tutabileceği tek bir cisim üretmeyeceği kesin olan sosyal asalak" elbette yerlerini almış halde yola çıktık...

Normalde herhangi bir şeyden sıkılmam için 12 saniye yeterliyken yolculuklar nedense beni hiç boğmaz. Özellikle de yeni bir yere gidiyorsam. Al beni 12 saat Ankara-İstanbul trenine koy gıkım çıkmaz. Datça'ya otobüsle giderim neşe içinde dönerim. Fakat o gün eminim ki hayatım boyunca yaptığım en acı dolu en korkunç yolculuklardan birisinin esiri oldum. Belki ilk yarım saat Ankaranın "post apocalyptic" mahallelerinde insanlar servisimize taş ya da dışkı atarken eğlendiğim söylenebilir ama gecekonduları bile özletecek bir çölün ortasında geçen diğer 1.5 saat için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yandaki resim pencereden baktığımda gördüğüm şey ile az çok benzeşmekte fakat inanın bana çok da az depresif durmaktadır.

Daha fazla kanardım ama cidden hatırladıkça sinirim tepeme çıkıyor. Bu tür bir "iş servisine" ancak Atakule yanındaki apart otelden otobüsle Ankara pavyonlarına "servis" edilen Balkan ve Rus konsomatrislerin bulunduğu benzeri bir araçta olursam katlanabileceğimi açıklamam yeterli sanırım. Servise her Uruk Hai saldırısı olduğunda arkadaşıma "geldik mi?" diye sormam da duygusal yaşımın ipucunu verecektir.

Sonunda "sanayi sitesi" adı altında bir araya getirilmiş oldukça fazla sayıdaki moloz yığınına ulaşmıştık ama daha o anda aynı yolu bırakın bir iki yılı, bir iki kere bile (evim yansa, arkadaşım tarım makinesi istifrağ etse ya da bölgede altın bile bulunsa) arşınlamayacağım kesinleşmişti. Ya üst üste rastlantısal olarak gelmiş heyelanları işyeri belleyen binlerce korkunç insanla beraber yaşadıkları yeraltı mağaraları ya da katran havuzlarında yaşayıp tahta talaşı ve ham çelik yiyerek hayatımı idame ettirecektim ya da ilk posta arabasıyla oradan sıvışacaktım.

Elbette benim bu planlarımı hisseden arkadaşım (işte burası bizim işyeri diye gösterdiği yere bakarken mor renkli terlemiş olmam ve gözlerimin çukurlarından içeriye doğru çekilmesi beni ele vermiş olabilir) kolumdan tuttuğu gibi beni "çalışma mekanına" soktu. Sonuçta patronuna "bir arkadaşımı getiriyorum, çok çalışkan ve yeteneklidir" diye sefih bir yalan silsilesiyle beni anlatmış olduğundan ilk günden çığlıklar atarak koşup kaçmam kendisinin yargı yeteneğine gölge düşürebilirdi.

Merdivenleri tırmandıkça (çıktıkça değil, zira binaları insanlar değil yunuslar yaptığı için tek bir merdiveni çıkmak için bacaklarınızı 14 yaşındaki bir rus artistik jimnastikcisi gibi açabilmeniz gerekmekteydi) tetanoz aşısının ne kadar önemli bir icat olduğuna canı gönülden inanmamı sağlayan son teknoloji ürünü çivilerin ve tahminen ankara ana trafosuna direkt bağlı ve yanlışlıkla dokunduğunuz (burada yanlışlıkla dokunmaktan kastımız komando sürünmesi harici herhangi bir yürüme aktivitesidir) anda sizi kavuracak kabloların mekanın estetiğine ne kadar katkıda bulunduğunu farkettim.

Daha sonra gerçekten beklemediğim bir şey oldu. Cehenneme; hayır çok daha kötü bir yere yani Sezen Aksu konserine açıldığına emin olduğum tozlu kapının ardında hayallerimin bile ötesinde muhteşemlikle bir ofis durmaktaydı. Evet, tahminen Mordor belediyesinin ucuz kira ve işletme bedelleri sayesinde Uzay Üssü Alfa tarzı bir ofis kurabilmek mümkündü. Çalışan ve MS Word açarken plazma fazına geçip beş kilometre mesafedeki her şeyi atomlarına ayırmayacak bir sürü bilgisayar, ancak sekiz bacağınız varsa üzerinde dengede durabileceğiniz "lö arte" tarzı koltuklar ve hepsinden daha inanılmazı: kendisine baktıktan sonra gözlerinizi saf tuz ruhu ile ovmak istemeyeceğiniz güzellikte bir sekreter!

Ah küçük tembel kalbim ne kadar mutluydu bir bilseniz. Sabaha kadar porno indirip "fazla mesai" sırasında izleyebileceğim bir bilgisayar, amansızca yazıp boyumun ölçüsünü alana kadar teyzesinin kızının düğününden bahsedebilecek bir ahu ve bütün bunlar için üstüne alacağım bir maaş! Açıkcası o saatten sonra şirketin saf kristal meth kaçırıyor olması ya da %66.6 hissesine şeytanın sahip olması kesinlikle umurumda değildi. Dünya üzerindeki cenneti bulmuş, huzura -sonunda- ermiştim.

Derhal bana bu enfes olanakları sunan patronum ile karşılaşmalı, ayaklarına kapanıp ne yüce bir insan olduğunu binlerce kez kendisine söylemeliydim. Hayalimde bu kadar "cool" bir mekanın sahibinin de eş derecede hatta çok daha süper olduğuna o kadar emindim ki karşıma çıkan eciş bücüş mirasyedi kılıklı yağ ve kıl torbasını görünce ciddi anlamda hayal kırıklığına uğradım.

Nasıl tarif etsem ki, böyle elinize Cem Uzanı alın, baya bir yedirin. Ohh, baklava börek ne bulursanız işte. İyice semirince rastlantısal ve kesinlikle kıl bulunmaması gereken yerlerine kıl ekleyin. Cem Uzan'ın fason "ceo" tavrını aynen koruyun. Boyu 1.25 cm'ye indirin ve üstüne herhangi bir "top end" mağazada bulunabilecek en ama en çirkin gözüken takımı giydirin. İşte bu adam benim patronumun yanında Bradd Pitt gibi duracaktır.

Gerçekten çok önemli değil, sonuçta dış görünüm -ne kadar bir gremline de benzeseniz- kesinlikle insanlar hakkında karar vermek için yeterli bir kıstas değildir. Yapmanız gereken hayatınızın çok ama çok değerli bir kaç dakikasını ayırıp gerçekten ön yargılarınızda ne kadar haklı olduğunuzu ve karşınızda ruhu kanalizasyon borusundan bile daha fazla pislik görmüş, kompleks yığını ve kredi kartı numarasını vermeden kadınlarla cinsel ilişkiye girmesi dünya üzerindeki adaletsizliğe işaret olan bir hödük olduğunu tasdik etmektir.

Hemen konuşmamızın bir kısmını aktarayım:

-Merhaba efendim, ben Serdar.
-Merhaba Serdar, nereden mezunsun?
-Daha mezun değilim.
-Yaş kaç?
-23
-Aptalsın sen.
-!?
-Bu yaşta hala okunur mu, ben Bilkenti (inan bana çok şaşırdım) 20 yaşında bitirmiştim.
-Ee işte oldu öyle (dayan oğlum, sekreteri ve yaşayacağınız sıkıcı servis muhabbetleri sırasında dikizleyeceğin göğüslerini düşün)
*Arkadaşa döner*
-Olum aptalmış bu, neden getirdin?

Sanırım az çok anladınız durumu. O anda bu "dombalak şirin"e bir kafa atmadıysam endişem ne o anda müdahale edecek çalışanlardan yiyeceğim kalifiye dayak ne de başka bir şeydi. Hala sekreterdeydim ben.

Neyse, göz gezdirmeye başladım. Bir an önce çalışmaya (çalışmak: asyalı pornoları ile asyalı-amatör pornolarının karışmasını önlemek için farklı dosyalama sistemi kurmak) başlamak için kıvranıyordum. Acaba masam hangisiydi? Maaşım ne kadardı? Herhalde böyle bir ofise parayı bayılan, odasına plazma tv yaptıran bir patron da çalışanlarına eşit derecede bonkör davranıyordu...

İlk sorumun cevabı o kadar hızlı ve ani geldi ki! Masam değil "ofisim" vardı! Lanet olsun, kaçınızın kendisine ait ofisi var soruyorum? Çoğunuz ucuz pleksiglasların birbirine çivilenmesi sonucu oluşmuş kareler ile diğer robotlardan ayrılırken benim üzerinde adım yazan bir ofisim olacaktı inanabiliyormusunuz? Durun daha bitmedi gözlerimle soyduğum sekreter aynı zamanda benim de sekreterimdi! Bir ofis, mini etekli bir sekreter...Bu bir hayaldi ve ben kesinlikle ölmüştüm. Artık maaş almama da gerek yoktu, bezelye kurundan ödemeye bile razıydım.


Yüzümü yıkayıp çamaşırlarımı değiştirdikten sonra ofisimi görmek için "sekreterim" ile asıl ofisten ayrıldım. Tüm bu karmaşa içinde yaptığımız işin bizden daha zengin firmalar için stand kurmak olduğunu öğrendim. Kısacası biraz "glorified" bir ameliye işi yapmaktaydık ama şirket deposuna gidip gelen kamyonlar ve ofisten anladığım kadarıyla 4 adet pleksiglas bloğu birleştirip bir zeminin üstünde tutmak için bu alanda uzmanlaşmış kazmalara ihtiyaç duyulamktaydı. Sonuçta Pfizer Viagradan milyarlarca dolar kazanıyor ve bir kısmını da çivi çakarken kendisini ölümcül derecede yaralamayacak "zekada" insanlarla paylaşmak istiyorsa buna itiraz edecek son kişi bendim. Herşey gittikçe güzelleşiyordu, bir de gerçekten çalışmak zorunda bile değildim?

Elbette katılabileceğim bir Thundercats takımı olmadığını öğrendiğim günde yaşadığım türden devasa bir hayal kırıklığının beni beklediğini tahmin etmeliydim:

Evet bir ofisim vard, fakat yukarıdaki ofis ile uzaktan yakından bir alakası olmayan kelimenin tam anlamıyla bir mezbelelik bana layık görülmüştü. Alt katta kamyonların giriş çıkış yaptığı depoda, camı egzos dumanından kapkara, içerisi de sekiz günlük spor çoraplarından hallice kokan bir kafesti! İçeride olan "ofis eşyalarına" bir göz atalım:

-Power tuşuna basınca odadaki tek 25 wattlık ampülün ışığını söndüren ve üzerinde "turbo" tuşu olan ama basıldığında mucizevi biçimde daha yavaş çalışan bir bilgisayar.

-Bütün iyi niyetimle benim sorumlu olmadığıma kendimi inandırmaya çalıştığım pembe "devlet dairesinden apartılmış" dosyalardan bir dağ.

-Üzerindeki en yeni notta "bugün karar verdim kendimi ilk gelen kamyonun altına atıyorum, eski müdür" yazan bir mantar pano.

-Ve en önemlisi hangi tuşa basarsam basayım "666" rakamını veren bir FACİT. Evet yanlış okumadınız, bilgisayar çağında FACİT! İronik olan ise bilgisayar diye yutturmaya çalıştıkları garabetten daha çok fonksiyonu olmasıydı sanırım.

Sekreter hanım beni dünya üzerinde günahlarımın bedelini ödeyeceğim bu delikte "görüşürüz, ihi" diye yalnız bıraktıktan hemen sonra tahminen James Bond filmlerindekine benzer "kötü adam asansörü"nden inen patronumuz bana işimin detaylarını anlatmaya geldi. O sırada ciğerlerime dolan egzoz gazı, toz ve mikroplardan herşeyi puantiyeli görmeye başlamış da olsam en azından söylediklerini hatırlıyorum.

-İşte burası ofisin.
-Evet farkettim, peki görevim nedir?
-Gelen malların kaydını tutacaksın, gidenlerin de öyle bir de import export a yardım edeceksin.
-Ney?
-Yani gelen malları kontrol edip üzerlerinde düzeltmeler yapacaksın, gel göstereyim.

Bu ana kadar ofisin ve içindekileri bir ön sevişme olduğuna yürekten inandığım bir "eğitim" sekansına başladık. İşte kesinlikle üniversite diploması, doktora ve bakışlarıyla atomları parçalayabilme yeteneği isteyen "işimin" detayları:

-Bir adet eşek ölüsü ağırlığında blok alınır.
-Üzerine yapışmış olan köpek ölüsü, uranyum parçacıkları ve personel mayınları demir spatula ile temizlenir.
-Daha sonra tahminen dokunduktan onbeş dakika sonra elinizin çürüyüp döküleceği ve yerine uzun sarı tırnaklar taşıyan bir pençenin çıkacağı bir bez alınıp saf baliye batırılır. Bu işlem sırasında bali kokusunu ciğerlere çekmek sağlık açısından son derece faydalı olduğundan maske falan kullanılmaması özenle rica olunur.
-Bali yüklü bez ile "temizlik" yapılır.
-Hali hazırda kusulmadıysa ya da olduğunuz yerde köpükler saçarak ölmediyseniz aynı işlemi 50 kere daha tekrarlanır.

Peki bu muhteşem iş için alacağım ücret nedir? Hiç! İlk bir ay deneme mahiyetinde çalışacak, sonra alacağım maaşa karar verilecektir. Hayır şaka yapmıyorum, bu adam ciddi anlamda benden gidiş dönüş, öğlen "esnaf lokantası" denen kedi kesimhanesinde yemek ve bali ücretine çalıştırmak istemekteydi. Gerçekten güzel olamayacak kadar iyi bir rüyaydı zaten, fakat durun daha bitmedi.

Hala nasıl olduğuna emin olmadığım bir şekilde o günün sonuna varabildim. Evet artık oturduğum yerden kapıları yürüyerek açabiliyor ya da annem ile telefon olmadan konuşabiliyordum ama ne gam. Tam bu sırada çalıştığım yeri tuvalet ile bağlayan koridorun neredeyse yarısını kaplayan dev bir ÇUKUR olduğunu ve dibini görebildiğim kadarıyla paslı inşaat demirleri ile süslenmiş bir ölüm tuzağı ile bali yükslü kafamın kesinlikle iyi bir sona ulaşamayacağını farkettim. Gün içinde üç kere sallanarak tuvalete gitmem (ve işerken fayansların erimesi) ve bir kere bile olsun bu deliğini farkına varmamış olmam geri kalan günlerimi fetus poziyonunda ağlayarak geçirmeme neden olmuştur, bonus olarak.

Saat sanırım 6 civarı tam kadro "şehirdeki ofise" doğru yola çıktık. Açıkcası Ankara sınırları içinde olduğundan şüphe duyduğum bir yerdeki yine yukarıdaki ofisi andıran cıvıl cıvıl bir yere gelmiştik. Fakat yine beni "sen ortada gezinme" diyerek nazikçe "basım odasına" aktardılar. Bilin bakalım orada beni ne bekliyordu? Evet doğru bildiniz, boya çıkarmak için variller dolusu bali. Aman tanrım, bir sokak çocuğu olmak için tam teşekkülü bir cennetti burası. Üstelik mürekkep kokusu ile bali kokusu resmen yeni tadlar ve kahramanı olduğum yeni pokemon bölümleri anlamına geliyordu...

Sonuç? Eve nasıl vardığımı bilmiyorum, yol üzerine kaç kere gasp uğradığıma da emin değilim (haha, eve bıraktıklarına inandınız mı yani?) ama bir şekilde yatağıma uzandım. Geri kalan üç günü kusarak, kustuğumu düşünüp yeniden kusarak ve sürekli uyuyarak geçirdim. Annem ise "oğlum bir gün de olsa çalışmışsın, ücretini iste" dediğinde bayılmadan (ve uykumda kusmadan) hemen önce gözlerimden dökülen yaşları farketmediğine eminim, yoksa hiçbir anne evladına böyle bir şey yapmasını isteyecek kadar vicdansız olamaz eminim.

2 yorum:

  1. Ya bu sıvı bali diye kıvıracağımı sanıyor olabilirsin ama yanıldın somurcan efendi! Ya işte sıvı, şeffaf ve dumanı burnundan içeri girdiği anda kafanın içinde Battle Star Galactica (başlıyor yeniden, sevinçliyim) pornosu dönmeye başlayan bir şeydi. Tiner diyorsuznuz siz ben bali, ikisi de bir (?). Terazi boş durmasın, repleri görelim. :)

    YanıtlaSil
  2. ahahaha respect alayınıza, ne diyim, ne acılar çocuğuymuşunuz da dökülmek için tahinpekmezin hayata geçmesini bekliyomuşunuz, pes:)

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.